Yetersizlik hissi duygu repertuvarımızdaki en tatsız duygulardan biri olsa gerek. Kişinin başkaları tarafından gözlemlenebilir, ispatlanabilir tüm kabiliyet ve başarılarına rağmen kendisinin bunları fark edememesi, reddetmesi ve aksine başarısız ve yetersiz olduğunu hissetmesi. Çeşitli düzeylerde kimi zaman bilinçli kimi zaman bilinçdışı olarak hepimizi yoklayan bu duygu beraberinde bazı eşlikçileri de getiriyor; korku, kaygı, öfke, kıskançlık, güvensizlik, hareketsizlik gibi…
“İnsan olmak, kendini yetersiz hissetmek ve üstün bir konumu ele geçirmek üzere çaba harcamak demektir” diyor Adler. Demek, insan olmanın ham maddelerinden biri de bu. Kabul etsek de etmesek de her birimizin iyileştirmek, düzeltmek istediği onlarca özelliği var. Çocukluk çağımızda yetişkinler karşısında kendimizi sürekli aşağıda görür ve kısıtlı becerilerimizi arttırmaya, güçlenmeye çabalar dururuz. Zamanla yetişkinliğe adım attığımızda bu aşağıda hissetme hali dengelenmeye başlar. Yani beklenen budur. Bu dengelenmeyle sosyal canlı olarak topluluk içerisindeki konumumuzu da belirlemekteyizdir. Ancak ne var ki, insanoğlu birçok yetisi ve becerisi sayesinde üstün tür olmanın beraberinde bir o kadar da eksiktir. Doğa karşısında yetersizdir, insanlarla yaşamaya ve dayanışmaya sürekli ihtiyaç duyar. Bu eksikliğinin farkındadır ama güçlü ve yeterli hissetmek de ister. Bu güçlü hissetme ihtiyacını giderirken bir anlamda kendini kandırır ve bu kandırma halini ancak belli bir süre yok sayabilir (yine Adler’e göre).
Bütün bu ideale ulaşma çabası insan olmanın doğal gelişim sürecinin bir parçasıdır. Ancak bu duygu gereğinden fazla, yoğun ve sık yaşanıyorsa engelleyici olmaya başlar. Hepimizin kendilik değerini arttırma girişimi ve belki de kaygısının ötesinde bizi zaman zaman hareketsiz, zaman zaman çaresiz bırakan bir duyguya dönüşmesi işlerin normal ölçekten saptığının göstergesi olur.
Yetersizlik hissinin “sorunlu” bir yaşantıya dönüşmesine neden olabilecek pek çok farklı etkenden söz edilebilir. Eleştirel ebeveynler tarafından büyütülmüş olmak, taciz, zorbalık, yoğun otorite ve baskıya maruz kalmış olmak gibi durumların böyle bir sonuca neden olması şaşırtıcı değil. Bu bireysel nedenlerin yanında bir de zamansal ve toplumsal nedenler var. Günümüz modern yaşamının karşılamakta zorlandığımız talepleri, ayak uydurmakta zorlandığımız kadar hızlı değişkenliği, kariyer ve mesleklere ilişkin standart ve kavramların kafa karıştırıcılığı, çalışma ve organizasyon modellerindeki kayganlıklar da bunda önemli rol oynuyor.
Hem özel yaşamımızda hem de kariyer tarafında çevrenin de bizim de kendimizden beklentimiz çok büyük. İyi ebeveyn, güçlü birey, başarılı iş insanı, doğru vatandaş, bilgili insan, aktif toplum sever olmak gibi bir beklenti listesiyle boğuşuyoruz. Bu yüksek beklentiler dünyasında “statü kaygısı” ile patinaj yapmamız ve yetersiz hissetmemiz elbette olağan. Alain de Botton, ‘Statü Kaygısını’, ‘kendi toplumumuz tarafından ortaya konulan başarı ideallerine uymama tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz ve bunun sonucunda haysiyet ve saygıdan mahrum kalabileceğimiz endişesi’ olarak tanımlıyor. Bu kaygı, yetersizlik hissiyle kol kola geziyor.
Bu iç gerilimi tatlıya bağlamak için başarılı olmak, unvanlar kazanmak, şirketler yönetmek, ödüller almak, buluşlar yapmak yetmiyor. Neden mi? Çünkü esas mesele bu değil. Esas mesele içimizde sürekli eksik olduğumuzu bize fısıldayan, bazen de haykıran o ses. Yetersizlik duygusuyla baş etmeye çalışan kişi gerçek sorun ile yüzleşmek yerine kendisini önemli hissedecek dışsal faktörlere yönelebilir. Daha çok para, daha lüks araba, daha çok tüketim, daha büyük unvan, daha çok prestij peşinde asla tatmin edemediği duygusuyla bir ömrü ziyan bile edebilir.
Tüm bunları fark etmek elbette çok önemli fakat bazı kolaylaştırıcılardan da faydalanabiliriz. Bir sonraki sayımızda sizlere bu konuda bazı ipuçları ileteceğim.
Tarih