İnişe geçtiği için alçalmakta olan uçağın camından aşağı baktı adam. Uçak Yalova’yı geride bırakıp adalara doğru giderek alçalıyordu, uçsuz bucaksız görünen denizin üzerinde. Bir kış gününün akşamüstü olmasına rağmen her yer pırıl pırıl ve çok net görünüyordu.
Kocaman yük gemileri, küçük birer oyuncak gibi süzülüyordu denizin üzerinde. İçlerinde ne kadar zamandır ailesinden uzak bir sürü denizci vardır diye düşündü adam. Ne zor bir işti, aylarca evinden barkından uzak, derin bir maviliğin üzerinde her biri bir diğeri ile aynı sayısız günü yaşamak. “Sevmese insan bu derin boşluğu, yapamaz bu işi,” diye geçirdi içinden.
Uçak giderek daha da alçalıyordu, havaalanına yaklaştıkça denizden karaya doğru ilerledi. Bu kez aşağıdaki kıvrım kıvrım sonu gözükmeyen otoyolları ve üzerindeki onlarca, yüzlerce aracı izlemeye daldı adam. Uçak penceresinden minnacık bilgisayar oyunu objesi gibi görünen her aracın içinde en az bir yürek çarpıyordu hiç şüphesiz. Birbirini tanımayan ama hayatları, mücadeleleri birbirine benzeyen insan evlatları bir telaş, belki de son bir gayretle hedeflerine varmaya çalışıyorlardı.
“Her insan bir hikâye,” diye düşündü adam. Yukardan gözlendiklerini bilmeyen küçük araçların içindeki insanların da her birisinin başka bir öyküsü vardı şüphesiz.
Kimi mesaisini bitirmiş evine sevdiklerine kavuşmak için yoldaydı, kimi belki yeni ayrılmıştı sevdiğinden ve uzun süre dönemeyeceği bir yola gidiyordu, içi buruk belki hatta gözleri nemli. Özlemlerle, yarım kalan hayallerle ve yanı sıra yeni başlangıçlarla doluydu yollar.
- yüzyılın her şeye sahip olan ama her şeyi bir o kadar da yarım kalan insanları Anadolu’daki küçük ve huzurlu köylerinden, kasabalarından gelip büyük şehrin parlak ışıklarının büyüsüne kapılıyor ve sonra bu kocaman şehrin insanı yutan dev çarkları arasında ezilmeye başlıyorlardı.
Herkes farkındaydı bu kısır döngünün ve hemen herkesin hayaliydi “Ferrari’sini satan bilge” moduna geçip doğaya ve basite dönmek. Adam da arzuluyordu bunu, özellikle son 5 yıldır. Ama şüpheleri de yok değildi. Hayat karmaşık bir kurguydu ve bazen insanları neyin ne kadar mutlu edeceği belli olmuyordu. Bu hislerle köy hayatına dönüp sonra da sıkıntıdan patlayan, metropollerin keşmekeşini ve kaosunu özleyen insan hikayeleri de duymuştu yakın çevresinde.
“Nereye gidersen git, kendini de yanında götüreceksin,” diye düşündü adam. Huzur önemliydi ve insana insan lazımdı hayatta. Para, güç güzel şeylerdi elbet ama yetmiyordu tek başına hiçbir zaman. En mutlu olduğu anları düşündü adam: ailesiyle, yakın dostlarıyla geçirdiği uzun akşamları, sazlı sözlü uzun sofraları, arkadaşları ile 2-3 gün vakit yaratıp çıkılan kısa seyahatleri. “Bunları yapabiliyorsan zaten yeterince zenginsindir,” diye geçirdi içinden büyük bir özgüvenle.
Çağın dijital kalabalıklar içinde ama aslında yalnızlıklarla örülü dünyasında, ne iş yaparsa yapsın her çalışanın bir numaralı şikâyet konusu olan stres, insanların ayarını bozuyordu. Bir de egolarımız vardı tabii, hayatı hem kendimiz hem de çevremiz için zorlaştıran. Zaten hem iş hayatında hem de özel hayatta çalışmak, iş yapmak, sorun çözmek değildi esas zor olan. İlişki yönetebilmek, tez, antitez, sentez süreçlerini kavgasız gürültüsüz aşabilmek, empati yapabilmekti esas başarılamayan.
Adam her zaman söylerdi çevresine; hayatta bilimsel gerçeklikler hariç hiçbir şeyin bir tane doğrusu yoktu. Yaşamda var olan neredeyse tüm olgular, bambaşka, karmaşık genetik kodlardan ve kültürel geçmişten gelen insanların farklı yorumları ve farklı bakış açıları ile zenginleşiyordu. Aslında belki de daha stressiz bir hayatın sırrı, bu gerçeği kabul edip saygıyla karşılayabilmekten geçiyordu.
Basit bir gözlemi vardı adamın; bazı insanlar yaş aldıkça büyük resmi görebilmeye, daha hoşgörülü, daha olgun ve hatta bilge bir moda geçebilmeyi başarırken, yaşlanmak bazı kişileri ise daha huzursuz, geçimsiz, kendi doğrularına saplanıp kalmış bir ruh haline geçiriyordu. İki model arasındaki farkı yaratan egolarımızdı büyük ihtimalle.
Çok sevdiği güzel bir söz geldi aklına: “Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır ama görüş açınız genişler.” Ne kadar da anlamlı ve güncel hayat için geçerli diye düşündü bir kez daha.
Tüm bunları düşünürken sert bir iniş yaptı uçak, her zamanki gibi hiç durmayacakmış hissi veren ama çok şükür çabucak yavaşlayan bir şekilde. Yolcular ayaklandı hemen, bütün anonslara rağmen. “Acelecilik, telaş ruhunda var insanın,” diye düşündü adam. Tıpkı gökyüzünden seyrettiği insan hikayelerinin benzerleri uçağın içinde de vardı şüphesiz. Bu yere iniş herkes için başka ve farklı anlam taşıyordu belki de. Birazdan uçaktan ve havaalanından ayrılıp az evvel yukarıdan görünen araçlardan biriyle kendi hikayelerine doğru yol alacaktı tüm yolcular….
Kuş bakışı seyrediyorum dünyayı
Başı dumanlı dağlar aşıyorum birer birer
Aşağıdan trenler geçiyor upuzun vagonlarıyla
Ve arabalar küçük birer oyuncak gibi
İnsanlar var içlerinde ve her birinin kendine ait hikayesi.
Sevmek istiyorum ve hatta arada ayrılmak istiyorum,
Özlemenin manasına varmak istiyorum aslında.
Sıradan İnsan hikayeleri duymak istiyorum, bambaşka,
Hilesiz, olduğu gibi, abartmadan, saklamadan.
Az acılı, bol kavuşmalı aşk öykülerine dinlemek istiyorum
Hüzünlü şarkılardan sonra neşeli türküler duymak istiyorum.
Düşünmek istiyorum geleceği ve hayal etmek en kusursuzu.
Yaşamak istiyorum severek, paylaşarak ve sevilerek
Ve ölmek istiyorum bir gün,
Geride yarım kalmış hiçbir şey bırakmadan
Kuş bakışı….