Siyasetçi, hukukçu, diplomat, ekonomist olmayan bir kişinin böyle bir konuda bir yazı yazmaya kalkışması tuhaf hatta hadsizlik gibi gelebilir, ancak geçmişte yaşadığım ve hala etkisinde olduğum bir olay nedeniyle, sade bir yurttaş olarak düşüncelerimi açıklamaya karar verdim. Otuzlu yaşlarımda “Gelişmekte Olan Ülke” kavramı ile bir yazışma sonucu doğrudan karşılaştım. Almanya’da zorunlu olan “hekimlik yapabilir” belgesinin yenilenmesi için eyalet içişleri bakanlığına başvurduğumda bana, “gelişmekte olan bir ülkeden” geliyorsunuz, ülkenizin sizlere gereksinimi var, dönüş yapmalısınız mealinde bir yazı geldi. İhtisasımın sürdüğünü söyleyerek çalışma iznimi uzattırabildim. Ayrıca bir yazı ile Türkiye için “gelişmekte olan ülke” denilmesinin nedenini sordum. O yıllarda ülkemiz batı Avrupa ülkelerine daha yakın bir görüntü vermekteydi. Bakanlığın ilgili görevlisi bana Türkiye’nin neden gelişmekte olan ülke olduğunu açıklayan bir mektup gönderdi.
1974 yılında olan bu yazışmanın üzerinden tam elli yıl geçti ve Türkiye hala “gelişmekte olan ülke” konumunda kalmayı sürdürüyor. Bu durumun üzüntü ve ezikliğini yaşıyor olmam nedeniyle konuyu araştırmaya ve gerçeklerle yüzleşmeye karar verdim.
Gelişmekte olan ülke, sanayileşmesi ve kişi başına geliri yetersiz, düşük yaşam standartları ve tarıma dayalı ekonomisi olan, dış borç ve yardımlara bağımlı, işsizlik ve kayıt dışı çalışma oranı yüksek olan ülke demektir ve bu ükelerin sağlık ve sosyal hizmetleri yetersiz, yönetim yapıları zayıftır. Yolsuzluk, işsizlik, politik istikrarsızlık, demokratik eksiklikler başlıca sorunlardır, bir türlü gelişmiş ülke olma fırsatı yakalayamazlar. Ancak bu olumsuzlukları olduğu halde ayrıcalık yapılarak gelişmiş ülke statüsü verilen ülkelerin olması, gelişmişlik kararını verenlerin çifte standart yaptıkları gerçeği ortadadır.
Ülkelerin gelişmişlik düzeyini belirleyen bu kriterler batı ülkelerinin ekonomik ve siyasal etkinliği ile 20. YY. ’ın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Bu dönemde kurulmuş olan Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF, OECD gibi kurumlar ülkelerin gelişmişlik derecelerini belirlerlemeye başlamışlardır. “Gelişmiş ülkeler”, “gelişmekte olan ülkeler” ve “az gelişmiş ülkeler” gibi farklı sosyo-ekonomik seviyelerdeki ülkeler arasında ayırım yapılmaya başlanmıştır. Sınıflandırma kriterlerinin bu kuruluşlar tarafından belirlenmesi son yıllarda tartışmalara neden olmaya başlamış, dijitalleşme, yapay zeka, karbon ayak izi, çevresel sürdürebilirlik, vs… gibi yeni kriterlerin dikkate alınması istenmeye başlanmıştır. ”Dijital ekonomi endeksi”, ”insan gelişme endeksi” gibi yeni göstergelere göre ülkelerin gelişmişlikleri yeniden değerlendirilmeye başlanmıştır.
Ortaçağ karanlığından bilim ve aydınlanma devrimleri ile kurtulup Rönesans ile birlikte eğitimde ilerlemesini sürdüren Avrupa ülkeleri, kültür, sanat, bilim ve ticaret alanlarında lider konumuna ulaşmışlardır. Doğudan başlamış olan bilim ve kültür zamanla batı ülkelerinin gerisinde kalmıştır. Zenginlik ve kültürel birikim, büyük ölçüde kolonizasyon ve sanayi devriminin getirdiği avantajlar sayesinde bir avuç batı ülkesinin elinde toplanmış, bir başka grup ülke de her türlü sömürülmüştür. Diğer yandan aynı dönemlerde batının gelişememiş bazı bölgelerinde sokaklarda akan kanalizasyonların neden olduğu yetersiz hijyen sonucu kolera, veba gibi büyük gibi salgınlar yaşanmaktaydı.
- yy. ’dan başlayarak Avrupa’da gelişmeye başlayan sanayileşme, hızlı zenginleşmeyi de birlikte getirmiştir. Bu hareket sosyal devrimin gerçekleşmesi yönünde toplumu zorlamaya başlamış, aristokrasi, burjuva, işçi grupları arasında modern toplumların temel dinamiklerinden olan sınıf çatışmaları ortaya çıkmış, 20. yy. başında sendikalaşma ve işçi hakları elde edilerek topyekün toplumsal kalkınma ülkelerin gelişmişlik düzeylerini olumlu etkilemeye başlamıştır.
Türkiye’de Kurtuluş savaşı kazanılmış, savaşın ardından, Atatürk’ün girişimi ile eğitim ve ekonomik kalkınma amaçlı çalışmalar hız kazanmış , yüzde onun altında olan okuma yazma oranı otuz yılda yüzde altmışa çıkmış, ekonomik kalkınma politikalarını belirlemek amacıyla, 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi düzenlenmiştir. Kısa sürede Türkiye ekonomisi önemli bir büyüme kaydetmiştir. Atatürk döneminde başlatılan kalkınma hamleleri, ülkemizin gelişiminde önemli bir temel oluşturmuştur. Ancak sonraki dönemlerde çeşitli ekonomik ve politik zorluklarla karşılaşılmıştır. Bu süreçte üretim kapasitesinde düşüşler yaşanmış, dışa bağımlılık artmış ve borçlanma sorunları ortaya çıkmıştır. - yy. ’ın ikici yarısından sonra dünya ölçeğinde ekonomik, askeri, sosyal, kültürel amaçlı, dayanışmayı hedefleyen örgütler kurulmuştur, Türkiye bunların pek çoğunun kurucu veya aktif üyesidir. Birleşmiş Milletler (BM), 1945 kurucu üye, NATO 1952, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) 1995,Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası 1947, G20 1999, OECD kurucu üye 1961, Avrupa Konseyi (1949) kurucu üye, AGİT 1975, İnterpol, UNESCO, WHO üyesi olunmuş örgütlerin bazılarıdır. Türkiye’nin uluslararası örgütlerdeki aktif rolü, gelişme hedeflerine ulaşma konusundaki kararlılığını göstermektedir. Ancak bu süreçte daha fazla ilerleme kaydedilmesi gerektiği açıktır. Türkiye’nin uluslararası örgütlerdeki aktif rolü, gelişme hedeflerine ulaşma konusundaki kararlılığını göstermektedir. Ancak bu süreçte daha fazla ilerleme kaydedilmesi gerektiği açıktır. Avrupa Birliği ile ilişkilerde, karşılıklı fayda ve iş birliğine dayalı bir yaklaşımın benimsenmesi, her iki taraf için de daha olumlu sonuçlar doğuracaktır. Oysa Avrupa Birliği üyesi olma ayrıcalığını edinmiş olan ülkelerin tamamı “Gelişmiş Ülke” statüsüne yükseltilmişlerdir.
Türkiye, 31 üyesi olan NATO’ya 1952’de üye olmuştur. 1974’te, Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında, Yunanistan NATO’nun askeri kanadından çekilmiştir. 1980 yılında, tek adam Kenan Evren, Nato genel sekreteri Joseph Luns ile yaptığı anlaşılmaz sözleşme ile, veto hakkını kullanmayarak, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına geri dönüşünü onaylamıştır. Bu durum büyük bir stratejik dezavantaj oluşturmuştur; iyi değerlendirilmiş olsaydı, ortak pazara giriş Yunanistan ile eşzamanlı olabilirdi.
1957 yılında Roma Antlaşması ile Batı Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg tarafından kurulmuş olan AET, 1992’de Avrupa Birliği’ne dönüşmüştür. Türkiye 1963 Ankara Anlaşması ile üyelik statüsü almıştır. O dönemde CHP Genel sekreteri olan sayın Bülent Ecevit’in “onlar ortak, biz pazar oluruz” sözü AET konusundaki kaygılarını belirten slogan olmuştur.
1987’de tam üyelik başvurusu yapılmış, 1999’da aday ülke olarak kabul edilmesine rağmen, tam üyelik görüşmeleri yavaşlatılmıştır. Yunanistan, Bulgaristan; Romanya, Polonya, Çekya, Slovakya, Güney Kıbrıs gibi bazı ülkeler tüm kriterleri yerine getirmeden AB üyesi olmuşlar, böylece üye sayısı yirmiyediye yükselmiştir. Kıbrıs Barış Harekatı (1974), iç siyasi istikrarsızlıklar, demokrasi ve insan haklarının geri olduğu savı, askeri müdaheleler batılı ülkeler tarafından Türkiye’ye karşı yaptırımlar uygulanmasına neden olmuştur. Türkiye’nin Müslüman nüfusu ve coğrafi konumu nedeniyle uluslararası arenada farklı yaklaşımlarla karşılaştığı bir gerçektir. Ancak bu durum, ülkemizin güçlü bir şekilde kalkınma hedeflerine odaklanmasını engellememelidir. Ayrıca benzer sorunlara sahip başka ülkelerin kolaylıkla kabul edilmesi, Türkiye’nin tam üyelik için 60 yılı aşkın bir süredir bekletilmesi haksızlıktır ve bu uygulama çifte standarttır. Kopenhag Kriterleri Türkiye’ye en katı şekilde uygulanırken, diğer ülkelere aynı katılıkta uygulanmaması konusundaki öfke ve hayal kırıklığı, aslında küresel eşitsizlik ve adaletsizliklere karşı bir tepkidir.
Avrupa Birliği ülkelerinin tamamı, ekonomik ve sosyal kriterleri tam olarak karşılamadıkları halde gelişmiş ülkeler arasına kabul edilerek büyük avantaj elde etmişler, finansal destek, politik güç, hukukun üstünlüğü, hak ve özgürlüklerin güçlenmesi gibi ortak değerler, ülkelerin gelişimine ivme kazandırmaya başlamıştır.
Uluslararası ilişkilerde ekonomik güç, ülkeler arasındaki dengeleri etkileyen önemli bir faktördür. Bu durum, zaman zaman ülkeler arasında farklı yaklaşımlara neden olabilmektedir. Buna rağmen hala yüzümüzü batıya dönük tutmak istiyorsak, AB’ne girme konusunda acele etmek gerektiği kanısındayım. Korkarım ki yakın gelecekte ülkemiz batı ile entegrasyonunu tamamen kaybedecek ve AB üyesi olmak hayal olacaktır. Bu durum gelişmekte olan ülke statüsünün değişemeyeceğinin, hatta bunun da gerisine düşüleceğinin ifadesi olacağı düşüncesindeyim.
1994’de kurulmuş olan NAFTA, 2020’de USMCA adını almış, ABD, Kanada ve Meksika arasındaki ticaret işbirliğidir. Temel amacı, üç ülke arasında ekonomik entegrasyonu artırmak, ticaret bariyerlerini kaldırmak ve bölgesel rekabeti güçlendirmektir.
BRICS ise 2001 de Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika tarafından ekonomik ve siyasi işbirliği amacıyla kurulmuştur, gelişmekte olan ülkelerin kalkınmasını hızlandırmayı hedeflemektedir. BRICS ülkeleri mevcut gelişmişlik kriterlerinin artık dünya gerçeklerine uymadığı eleştirilerini yapmakta, mevcut gelişme kriterlerinin artık dünya gerçeklerine uymadığı eleştirilerinde bulunmaktadırlar. Dijitalleşme, inovasyon kapasitesi, çevresel sürdürülebilirlik ve sosyal kalkınma gibi yeni gelişme göstergeleri ön plana çıkarken eski kriterler dar ve yetersiz kalmaktadır. Son dönemlerde bu birlik ile yakınlaşmanın ülkemize kazanç mı, yoksa zarar mı getireceği konusunun belirsizliği kaygı vermektedir.
Türkiye ile aynı yıllarda askeri darbe yaşamış olan Güney Kore gelişmiş ülke statüsüne geçmiştir. Singapur da artık gelişmiş ülke statüsündedir. Son yıllardaki hızlı ekonomik büyümesi ve yaşam standartlarının yükselmesine rağmen Çin’in hala “gelişmekte olan ülke” kategorisinde bulunduruluyor olması karar vericilerin sosyal ve politik kriterlerinin tartışmalı olduğunu kanıtlamaktadır.
Borç ve faiz yükümlülükleri, sömürgeci ülkelerin etkileri, gelişmiş ülkelerin nitelikli insan gücünü çekmeleri ve yeterli kalkınma yardımı sağlamamaları, gelişmekte olan ülkelerdeki bazı yönetimlerin beceriksizlikleri veya olanaksızlıkları, bazılarının ise halkın refahından önce kendilerini düşünmeleri nedeniyle bu kısır döngüden çıkabilmek zor görünmektedir. Ülkemizin gelişmiş ülkeler arasına girmesi için toplumun tüm kesimlerinin ortak bir çaba göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda yöneticilerin ve halkın birlikte hareket etmesi, kalkınma hedeflerine ulaşmada önemli bir rol oynayacaktır.
Atatürk’ün kalkınma anlayışı, bilim, teknoloji, sanayileşme, eğitim ve bağımsızlık gibi ilkelere dayanıyordu, Yaşadığı dönemde ülkeyi kendine yeten bir ülke haline getirmeye başlamış, kapsamlı reformları ile dünyada daha saygın bir konuma gelmesini sağlamıştı. Hukukun üstünlüğünü, kadın haklarını sağlayarak çağdaş yaşam standartlarına erişmeye uğraşmakta, dış politikayı ulusal çıkarlar doğrultusunda geliştirmekteydi. Yaşıyor olsaydı gelişmekte olan ülke durumunda kalınmasına asla fırsat vermezdi.
Türkiye, Avrupa Birliği ile ilişkilerinde stratejik bir ortak olarak önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle sınır güvenliği ve göç yönetimi konularında Türkiye’nin katkıları, uluslararası iş birliği açısından büyük önem taşımaktadır. Bu süreçte, Türkiye’nin uluslararası platformlarda daha güçlü bir şekilde temsil edilmesi ve hak ettiği değeri görmesi gerektiği düşünülmektedir. Bu ancak geri veya gelişmekte olan bir ülkeye verilebilecek bir görevdir. Bu koşullarda daha uzun yıllar gelişmiş olmayı bekleyerek havuçun peşinden koşarız.
Gelişmekte olan ülkelerde kalkınmanın önündeki engelleri aşmanın yolu bilim ve teknolojiye yatırım yapmak, çevre dostu enerji politikaları ile sürdürülebilir tarım ve doğal kaynakların verimli kullanımının sağlanmasından geçmektedir. Sanayi yerine inşaat ve tüketim odaklı büyümenin sürdürülebilir olmadığı bilinmektedir. Gelişmekte olan ülkelere yapılan yardımlar ağızlara bir parmak bal çalmak anlamına gelmektedir, çünkü uzun dönemde gelişmiş ülke statüsüne geçmek, sürdürülebilir büyüme ve kalkınma için çok daha yararlıdır.
Gelişmekte olan ülke” sarmalından 60 yıldan fazla bir zaman sürecinde kurtulamamış ülkelerden olan Türkiye için de, tüm ülkelerde olduğu gibi, ülke dışı ve içi faktöler etkili olmaktadır. Dış faktörler olarak gelişmiş ülkelerin yeterli yardımda bulunmamaları, AB gibi topluluklara alınmada haksızlık yapmaları, çifte standart uygulamaları gibi nedenler sayılabilir. Ancak bunlardan çok daha önemli olanı iç faktörlerdir. Yönetimlerin, ülke çıkarlarını her zaman ön planda tutarak kalkınma hedeflerine odaklanması gerektiğine inanıyorum.
Bu çalışma ile yaşanmakta olan gerçekler karşısında, gelişmişliğin sağlanabilmesi için daha çok altmış yıllar geçmesi gerekeceğini düşünmeye başladım. Elli yıl önce çok üzüldüğüm olayın gerçek sorumlularının yabancılardan çok kendimiz olduğunu görmek ise bu konudaki üzüntü ve isyanımı pekiştirmektedir.
Toplumsal bilinç kolay oluşmuyor.